Değerli okurlar;
İnsanlar nasıl da acımasız olabiliyorlar bir bilseniz!
Tarihte bunun o kadar çok örneği var ki… Okuduğumda içimi burkan, tabiri caizse içimi cız ettiren olaylar ve bu olayları yapan insanlar; gerçi bunlara insan denir mi bilmem!
Olsa olsa onlar cani, kana susamış yaratıklardır.
1789 Fransa Devrimi’nden önce devletlerin çoğunun yönetim şekli monarşi idi. Yani, ülke yönetimine tek kişi hâkimdi. Devleti yöneten kişi; yasa çıkarır, yasayı uygular ve yasaya uymayanları kendi yöntemleriyle cezalandırırdı.(yasama-yürütme-yargı)
Devleti yöneten kişiye ise kral ya da padişah denirdi. Biz ‘’padişah’’ derdik; Avrupalılar da ‘’kral’’ derdi. Padişah ya da kral iyi eğitimli ve iyi kişiliğe sahipse ülke güzel yönetilirdi. Kötü ve acımasız ise insanlar zulüm içinde yaşardı. Bunun tarihte örnekleri o kadar çoktur ki…
Devrimle birlikte demokrasi yönetimi ve insan hakları, eşitlik düşünceleri ortaya çıktı. İnsan hakları kavramları ve hukuk kurallarının olduğu devletler kurulmaya başladı.
Demokratik ülkelerde insanlar kul iken vatandaş oldu.
Kulluktan vatandaşlığa geçen insanların hukuk ve insan hakları aranmaya başlandı. Yapılan savaşlarda bile savaş hukuku çerçevesinde esir askerlerin hakları gözetilmeye başlandı.
Bugün sizlere tanıtacağım kişi de yönetici bir prens; ama masallardaki prensler gibi değil tabi, acımasızlığıyla ünlü bir prens.
Öyle ki savaş esirlerini kazıklara oturtmasıyla, insanlara karşı acımasız işkenceleriyle ünlü bir prens.
Monarşi ve demokrasi yönetimlerini karşılaştırınca diktatör ve acımasız tek kişilik yönetimlerin aslında ne korkunç yönetimler olduğu da ortaya çıkıyor.
EFLAK PRENSİ VLADEMİR TEPEŞ (KAZIKLI VOYVODA)
Eflak prensi Vladimir Tepeş 1456 yılında Osmanlılara esir düşmüş, sonraki yıllarda ülkesi Eflak beyliğinin valisi olarak atanmayı başarmıştır.
İlk yıllarda Osmanlılara vergisini düzenli ödemeye devam etse de sonraki yıllarda Avrupa ittifakına katılıp Osmanlıya baş kaldırmış ve tutsak ettiği askerleri türlü işkencelerle öldürmüştür.
Eflak prensi bu görevi 1456'dan 1462'ye değin sürdürdü. Bu tarihler arasında rakiplerini çeşitli yöntemlerle cezalandırdı ve idam etti. Bu yöntemler arasında en ünlüsü olan "kazığa geçirme"dir. Bu yöntem ise ölümünden sonra kendisine "Kazıklı Vlad" adının verilmesine neden olacaktı.
(Kazığa geçirilenlerin kanlarını fıçılarda toplatıp şarap gibi içtiğine dair söylentiler, daha sonra onun bir vampir olduğu efsanesi'ni yarattı.)
Voyvoda 1459 yılından itibaren Osmanlı İmparatorluğu'na vergi ödemeyi reddetti ve Macaristan Krallığı'yla ittifak yaptı. 1460–1461 yılları arasında Tuna nehrini geçerek Sırbistan'a ve Karadeniz kıyısına kadar ilerledi. Kendi ifadesiyle 23.884 Türk ve Bulgar'ı öldürdü. Bu gelişmeler karşısında Osmanlı ordusu 1462 yılında padişah II. Mehmet komutasında Eflak voyvodasına karşı sefere çıktı. Mahmut Paşa'nın hatıratına göre çok uzun
mesafeler boyunca Osmanlı askerleri içilecek bir damla bile su bulamadı. Sıcak dayanılır gibi değildi; ancak Osmanlı ordusu 4 Haziran 1462'de Târgovişte Kalesi’ni aldı. Vlad, II. Mehmet'e (Fatih) başarısız bir suikast girişiminde bulunduktan sonra kaçtı; ancak bulunduğu yerde taş üstünde taş bırakmadı, terk ettiği topraklardaki kuyuları zehirledi, ekinleri yaktı, tüm hayvanları bile öldürttü.
Hapishanelerdeki mahkûmları, cüzzamlı ve vebalıları salıverdi ve Türklerin arasına karışmaya teşvik etti. Bu şekilde vebalıları salma yöntemini kullanarak, daha önce başvurulmamış bir taktik kullanmıştır.
1462 yılında III. Vlad'ın ordularının yenilmesiyle Eflak yeniden Osmanlı Devleti'ne bağlandı. Vlad, Macaristan'a bağlı bir beylik olan Erdel'e kaçarak Macaristan kralı Matthias Corvinus'tan yardım istedi. Ancak Eflâk’taki Osmanlı İmparatorluğu'na bağlı yeni yönetimi tanımış olan Macaristan, yardım talebini kabul etmedi. Öldürülen III. Vlad'ın kesilen başı öldürüldüğünü ispat etmek için İstanbul'a II. Mehmet'e gönderildi.
Vlad'ın bir vampir olduğu rivayeti Almanya, Macaristan ve Rusya'da yayıldı. Sonradan Bram Stoker'ın ‘’Drakula’’ romanına ve ‘’Drakula’’ filmlerine konu oldu.
Kazıklı Voyvoda'yı Kont Dracula'ya dönüştüren adam: Bram Stoker
Bram Stoker, (1847–1912) boş zamanlarını Avrupa tarihi üzerine kitaplar okumakla geçiriyordu.
Türklerle Romenlerin giriştiği mücadeleleri incelerken Kazıklı Voyvoda'nın ilginç öyküsünü de öğrenen Stoker, özellikle Prens'in kazık işkencelerinden ve halk arasında da kan içme merakı söylentilerinden bir hayli etkilenmişti. Voyvoda'nın bu alışılmadık tarzı, ona bir süre sonra kendi hayalinde ürettiği özgün bir kahraman için de ilham kaynağı oldu.
Görev yaptığı kasvetli şatoda ölümsüz vampir "Kont Dracula" romanını yazmaya başlayan Stoker, 1897’de Dracula romanını baskıya verdi.
Kitapta Drakula ölümden dönmüş olarak da betimlenmiştir. Genel olarak sıra dışı bir yakışıklılıkta olmasına rağmen ürkütücüdür. Kırmızı gözleri, çan gibi çınlayan sesi, beyaz teni, sivri dişleri ile ölümcül olmanın yanında kanını içtiği anda insanları kendi türüne-vampire- çevirebilme özelliğine sahiptir.
Değerli okurlar,
Dracula yani Eflak prensi III. Vladimir Tepeş gerçekte tarihte yaşamış bir şahsiyetti. 15. yüzyılda gücü ve vahşeti ile nam salmıştı.
Ne kadar yazılsa az kalacak, ne kadar söylense anlatılamayacak kötülükte bir kişidir: Vlademir Tepeş.
Bazen çoğu ülkenin ve ülkemizin, monarşi yönetimiyle değil de demokrasi ile yönetilen şanslı kuşaklar olduğumuz da aklımızdan çıkmamalı diye düşünüyorum.